2 Kasım 2018 Cuma

deney

"Zaten" ile başlayan bir anlatıma dair söyleyebileceğim hemen her şey aşağıda olmamakla birlikte "yeltenme" ile ilgili kısa bir sunum niteliği taşıyacak aktarımımla perçinlenecektir. Yaşanabilecek hemen her şey yaşandı diyeceğim. Evet evet hem de bu hayatımızda. Diğer hayatımızla ilgili şeyleri daha sonra anlatacağım. Deneyimin kendisinin sonsuz bir arzu nesnesine dönüşümünü çocukluktan sonra unutup, öngörüyle deneyimi karıştırdığımız yetişkin hayatın getirdiği "deneyimlemeye gerek-bile- duymama" halinden yakınıyorum. Aslında yakındığım şey beni deneyimlemeye yeltenmeme noktasına getiren şeyin ta kendisi. Geleceğin zihindeki tahayyülünün netliği ve sürprizlerle karşılaşmayacağına duyulan inanç. inanç heyecansızdır. Anahtar kelime olarak hevesi aldığımda ise topyekün deneyimler silsilesinden oluşan bir kapı çıktı karşıma. Karşılaşmayı öngöremediğim tek sürpriz de anahtar deliğinin olmaması oldu. Ama yine anahtarımın olması da bir kelimeme bakar. kelimeme. kel meme.

3 Haziran 2016 Cuma

tırnak

hoppala ne oluyoruz
ne bitiyoruz hoop
oldu da bitti de değil de
yola çıkış
varmasız gidiş
saçlar ve sivrisinekler üstüne bir takım dikiş nakışlar
üstteki tişörtü sevmeli
elma

17 Mayıs 2013 Cuma

Ahlakçılığın Müstehcenliği 2

 
 


 Ben bu yoğun düşünce bulutunun derinliklerine doğru sürüklenirken, tuttuğum paralar sıcaklık ve nemin etkisiyle yumuşadı. Kendimi toparladım, şimdiki zamana odaklandım.
 
 Ne yapacağım konusunda bir kaç fikrim var. Seçimimi doğru yapmalıyım, aksi taktirde sonuçlarına ne siz katlanabilirsiniz ne de ben... Milena'dan mektup yollamasını bekleyen sonra beklediği mektup postadan çıktığında onu açma işini durmadan geciktiren Kafka gibi duyumsuyorum kendimi.Yerimden güç bela doğruluyorken kim bilir kaç saatimi birlikte geçirdiğim sandalyeye bir selam çakıyorum.

 Bedenimi odanın arka tarafına çevirdiğimde, fiziksel yıpranmalarından yola çıkarak benimle aynı zihinsel süreçlerden geçtiğini tahmin ettiğim bir insan gördüm. Bir şeyler söylemem gerektiğini idrak ettim. Zihnimden binlerce cümle geçmesine karşın ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, genellikle böyle olurdu. Hitabet konusunda sıkıntılarım vardı. Lâkin içinde bulunduğum elverişsiz şartlar değildi konuşamamın nedeni.

  Ben devrik cümle bile kuramazdım. Kuramazdım, çünkü korkardım. Sorumluluklarım vardı. Bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak, giriş gelişme sonuç kavranlarından bihaber, rastgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon bile yazamam. Ben kendime ihanet eder cümlenin ögelerine sadık kalırım. Ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. Bilmeden bazı hatalar yapmışımdan tabii. Bilsem...( Buradaki şiddetli kafa hareketim nedeniyle briyantinli perçemim alnıma düşer ve kuvvetle muhtemel ki yumruklarımı sıkmışımdır.) Bilsem anlamı öldürür yine de cümleyi kurardım. Oysa şimdiki halime bak. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, dil bilgisi sırnaşık! Saçma sapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık utanç veriyor.
 
  Ne söylediğimi sorarsanız aradan yıllar geçmesine rağmen ben bile hatırlamıyorum. Adam da benim gibi umarsızca bir kaç cümle kurmaya yeltendi. İşitmem ile algılamam bir oldu. Kuşkuyla çenemi kaşıdım, gözlerimi kıstım. Çenem gerçekten de kaşınmıştı. İletişimi gerçekleştirmek uğruna yapılan onca çabadan sonra ağzınmdan '' Adın ne?'' sorusu salındı uzay boşluğuna. Kaderi belirleme konusunda son derece iddiasız bir soru olduğunu bile bile, gözlerini tam gözlerime değilse de göz nihayeme dikmiş bakıyordu. Tepkisiz kalamazdım, bakışlarına karşılık verdim. Bir oda dolusu anlamsız bakış vardı etrafta.

  Şimdiki rolüm intihar uçağı pilotluğuydu. Yabancının bakışlarından ilham almışa benziyordum. Gereksiz bir özgüven çevreledi benliğimi. Sanki ne istesem yapabilecektim. Kendime büyük icraatler vaad etmiyordum tabiki. Basit eylemlere kanaat getiriyordum. Odada bir kapı olmalıydı. Kapıyı aramaya yeltenmenin beni istediğim sonuçlara ulaştırma olsılığımın miktarını tartacak olursak ''az''dı. ve ben malum atasözündeki gibi aza kanaat etmeyim ''çoğu bulamaz'' olacaktım. Dediklerimden de anlamış olduğunuz üzere içinde bulunduğum yerin kapısı yoktu. Oda yerine ''yer'' dedim çünkü, her odanın bir kapısı olmalıdır. Acı şimdi neredeyse totaldi. Mekanik klişelerin gerektirdiği kriterleri bir kenara savurmuş olan bu mimari yapıyı sentezlemeye koyuldum.

12 Mayıs 2013 Pazar

Ardından Dökülen Su


  Otobüse el sallayan bir kadın gibi hissediyordum artık. Fakat el sallayışım kadının ahmaklığından kaynaklı, taşıta karşı hidrolik bir hareket değil. Otobüsün içindeki ve benim bulunduğum semalardan ayrılan bir bireye yapılıyordu sanki bu eylem. Bense beklenenin ve kadının aksine bunun bilincindeydim. Veda etmenin mental yolla gerçekleşmesinin bir sonucuydu bu.ve zihnim onun bizden gidişinin biletini yırtıyor, dudaklarıma batan bıyıklarını traş etmeye bile yeltenmiyor. Muavine yalvarıyorum… Muavine dua ediyorum, “Umarım şöför kaza yapar.”

"Sütyen kopçasının birbirini şans kaza bulan uçları gibi insanlar olduk bu şehirde… Memenin özgürlüğüne mi ihtiyacımız var, sütyenin disiplinine mi bilemedim.''




Çorba

  Bir şarkının en güzel yerinde çarpıveren bir arabaya ihtiyacım var. Bir halat, hayatsal fonsiyonlarımı sürdürmeme yardımcı olacak kadar(eksik olmasın) gıdaya da ihtiyacım var. Halatın intihar teşebbüsüyle uzaktan yakından alakası var sanmayın, yok. Halatı söylemesi ve yazması keyifli bir sözcük olduğu için kullandım. Şimdi hangi yüzyılda zırvalıyor olduğumun önemini kavradığım zaman elimde bir telefon, telefonun 80’lerden kalmış olması hususu ile birlikte biraz da, çürümüş otel odasında bulduğum yarısı yenmiş şekerlemeler olacaktır. Evet şekerleme olgusunun da intihar için kulanılan, aç mideye indirilen bir kutu ağrı kesici ile imkalar dahilinde bir internet bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Kafam çorba gibi. Knor değil zira kanserojenmiş, komşu teyze onu dinlemediğim bir zamanda bilinç altıma tığ ile işlemiş olmalı bunu. Çorba kaynayadursun, çünkü sigaramı yakmak için tencerinin altında yanan ocağın yardımına ihtiyacım var. Hiç çakmağım olmadı, onun yardımına ihtiyacım yok. Kafatasıma dolan ve yudumlamaya cürret edemediğim mercimek çorbasının istenci ile elimdeki telefonu yutuyor, şekerlemelerle ezbere bildiğim tek numarayı arıyorum. 4 kez haykırarak çalıyor, açmayacaklarından adım gibi emindim. Bana karşı çıkan kendinden emin bir tavırla şekerlemeyi açıyor. Ses çıkarmıyor, yada ben duymuyordum hatırlayamıyorum. Ona dair diş fırçasının rengi de içinde bulunmak üzere kişisel hiç bir şey hatırlamıyorum. Arasıra farkında olmadan ses tonu geliyor mercimek çorbama. Tam diyorum, açtı telefonu… Çorba soğuyor. Ya çorbayı kaynatacaksın ocakta ya da sigaranı yakacaksın seç diyor. Şekerlemeyi meşgule alıyor. Yeryüzünün rahatımı bozduğunu söyluyorum kendi kendime. Tencerenin içinde kaynayan halat yüzüme bakmaz olmuşken bir ucunu çıkarıyorum elimle. Saçlarımı halatla bağlamam gerektiği tezini öne sürüyorum ki bu sürüş ivmesizdir. Topluyorum. Rahatım yerinde değil diyorum, annem içeriden sesleniyor; nereye koyduysan oradadır… Kırmızı koltuk fobimi de aradan çıkarırım diyerek uyumak için sinemaya gidiyorum.

3 Mart 2013 Pazar

Ahlakçılığın Müstehcenliği 1


  Yıpratıcı geçen günün ardından, yine yıpranmış sandalyemde oturuyordum. Zihnim sudoku çözmeye çalışıyormuşçasına mekanizmasını gıcırdatarak zorluyor, ki sudokundan nefret eden bir organizmayım.
 
  Nereden geldiğini hatırlamadığım bir tomar para, damlalar tarafından dokunularak ıslatılmış masamdan bana bakıyor. Hayır, hayır... Yanlış bir tabir oldu bu. Mavi paranın üzerindeki adam bakıyor. Odağının ben olmasına karşın bendeki bu umarsız tavır karşısında etkilenmişe benziyor doğrusu.

  Yutkunurken bile ne yapmam gerektiğini düşünemez haldeyim. Dokunmanın nasıl bir his olduğunu hatırlamak için mavi tomarı elime alıyorum. Zihinsel fonksiyonlarım eskisi gibi olsa, iskambil destesi karıştırır gibi baş parmağımı destenin kenarından aşağı çekeceğimi biliyorum. Eskiden nasıl düşündüğüme dair bir şeyler hatırlamışa benziyorum.

  Bedensel olarak, en yaratıcı işkenceleri maddiyatım üzerinde uyguamaya kalksanız dahi hissetmeyecek haldeyim. Zihnim, buzları çözülülürken çıtırtılar çıkararak parmaklarını yavaşça hareket ettiren bir canlı gibi kesik kesik çalışmaya başlıyor. Vahşi bir uygarlık tarafından işgal edilen fantastik şatomu geri kazanmış kadar gururlu bir hale bürünüyorum.

 Zihnimse bir çöküşü daha kaldıramaz. Düşünmeye tekrar başladığımı kendime ispat etmenin haklı sevinci ile paranın olgusallığı hakkında düşünmeye başlıyorum...

  Legal olmayan yollarla masaya terkedildiği kesindi bu paranın. Yasak meyvenin çekiciliği gibi illegalize edilmiş her şey merak ve istek uyandırır insanda. Belki çözümü tamamen yok etmektir yasak meyveyi. İllegalize edip de bulunmaya devam etmesi, bir köpeğin önüne yememesi gereken bir et atıp, yemeye başladığında onu cezalandırmak gibi.

  Acımasızca iyi davranmak gibi...

  Elde edemediğimiz bir çok şeye bu kadar tutkuyla bağlı olmak da bununla alakalıdır aslında. Yasak meyvenin kendisi değil, onun yüksek dallarda ve erişilmez olmasıdır onu bu kadar arzulatan. Tadı da oradan gelir, büyük arzulardan. Ama ulaştığında duraksarsın. Tadı diğer meyvelerden farksızdır. Savaşların, çabaların boşunadır aslında. Hepsi boşa... Emek, bir çok olayı standartından daha keyifli yapar. Gösterilen emek sonucu elde edilmiş bir bakır, çabalanmadan kavuşulan gümüşten daha değerli ve tatminkardır. Fakat hala yeterli olmayabilir. Bunun sonucunda; bencilliğimizin, kıymetbilmezliğimizin, arzulardan çok egoyla kavrulan benliklerimizin arkasına geçip illegal yollarla ve hırs ile yoğurulan egonun iş birliğiyle altın eldersiniz.


Kaplumbağa turuncusu gömleğim var üzerimde.
Biram yok…
Alamadım komşu teyze vardı apartmanın önünde.
Hem ”Kaplumbağa turuncusu olur mu?” deme, monami pastalle boyadım hayvancağızı.
Oluyor işte.
Hem senin de dediğin gibi aşık değiliz biz, olamayacağız hiç.The Doors çalıyor.
Hayır Riders On The Storm değil.
Şarkının adını hatırlamamı bekleme benden.
Ben aşağıdan geçen her keli dedem sanıyorum halen.
Farkındayım samimiyetinin. Anladım ben, anlarım.
Teşekkür ederim karşıma çıktığın için, Bense yanan sigaradan kitap ayracı yapan bir insanım. Teşekkür ederim…
Yanan bazı sigaraları söndürmede iyi değiliz sanırım.
Ama birbirimize destek oluruz biliyorum.
Dumanım çıkıyor 156. sayfamdan.
En sevdiğim kurabiyeden buldum mutfakta.
Hemen buluşacağımızı bilsem saklarım sütyenimde, getiririm iki tane.
Ama çok susatıyorlar. Su al yanıma gelirken.
Young Folks çalıyor radyoda.
Başka bir şey dileseydim kurabiyeden keşke.
Tramvayın evimin önünde durma aralıkları kadardı yalnızlığım.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Düğün


   Reenkarne oluyorum ben her uyandığımda. Yutkunurken tükürüğümün içindeki bakterilerin mideme inmemesi için yutağımın kapılarını kollayan muhafızların, boynuma sapladığı harakiri bıçaklarının acısını hafifleten bir boğaz pastiliydim dün. Üstelik portakallı, en sevdiğim.

   Ay tavana asıldığında anladım bir havaifişek olarak oksijen soluduğumu. Bugün herkes sigaramı katledişimi kutluyor. Ebem kuşağının ana rahminden gökyüzüne fırlayıp, benim görüş alanıma hapsolmuş bir renk senfonisi oluşturuyorlar ben izleyeyim diye. Ben dışarıyı, porno izleyen bir adamın heyecanındaki hislerle izliyorum. Ve rüzgarla dans eden bu renk seramonisini benim için yapıyorlar diyorum. En azında öyle düşünmek istiyorum...

   Hayatımın bu anına kadar, dışarıya bakarken yakaladığım bu parlayan ışıklar aslında aslında beni mi yakalıyordu? Ve ya küçükken gözlerimi kapadığım anda odamın etrafında dolaşan yaratıkların olduğunu sanmamın zıttı olan bir yanılsama mıydı?

   Dışarı bakmayı kestiğim anda kaybolup, ben baktığım an atmosferin göğsünde geceyle dans etmeye devam eden bir sanrıdan başka bir şey değil miydi yoksa? ''Yo, hayır. Senin için değil'' diyor fısıltıyla şahsi evrenimdeki tanrı veya tanrıça. Ve 1960'ların kötü adam karakterine bürünüp kahkaha atmaya başlıyor. ''Onların, kutlayacakları ve gecenin seks ile sona ereceği çok daha önemli olaylar var.''

   Havaifişek gösterisi bitiyor.

29 Ocak 2013 Salı

Ben Sosyal Alkoliğim Sevim


   Şu an beni yazmaya sevkeden, içeriden gelen bir film repliğinin sesini duyup düşünmeye başlamam oldu. ''Olmak zorunda.'' diyor duyduğum boğuk bir kadın sesi. Nitekim boğuk olan kadın değil, sesiydi.-Ki tahminimce karakterin on yedi yaşlarında olduğu başarısız dublajlı filmlerden biriydi-
Olmak veya zorunda olmak, işte hiçbir mesele bu değildi toplum tarafından sterilize edilmiş hayatlımızda.

 Bir eylemi yapmayı eğer kalben istiyorsan, zorundalık kavramı ortadan kalkar. Eğer mutlu olmak ideali uğruna oksijen soluyorsan, o an düşündüğün hissettiğin şekilde hareket etmenin zorunda ol. Davranışlarındaki bu tip değişimler kişinin zihnindeki aç boşluğun bira sarısına boyanarak yok olmasını sağlar. Ki bu da insanın toplumca ayıplanan ''içme'' eylemine sevk olmasına engel olur.

 Alkollü olduğunda herkes o kadar doğal ki toplumun dayattığı tüm zorunlu duygular ortadan kalkan ikinci detay haline geliyor. İnsan sadece istediği ve kendini gerçekleştirmek için yapmak zorunda olduğu her şeyi anında yapabiliyor.

  Bu yüzden insanoğlunun yüzüne, keyifli bir gülüş tadi veriyor hafizamda kimyasal formülünün yer edinemediği malum kimyasal madde.

 İnsanın zihnindekilerin karakterine yansıması da ayrı bir husustur diğer insanlar tarafından değerlendirilip yargılanmasında. Bu maalesef günümüzde illegal maddeler tarafından gerçekleştiriliyor. Bunun nedeni, insanoğlunun milyonlarca yıl süren başarısız toplumsal evrimidir. Eğer ki insanlar bahsi geçen doğallığı alkol, nikotin gibi maddelerle değil de kendi özünde arasaydı şu an bir yerlere varabilmişti. ''Bir yerlere varabilmek'' toplumun aynı zamanda bireyin kendi iç dünyasında gerçekleşen ilerlemeyle oluşan farkındalık duygusunu ele alır. Bu farkındalık Jhonny Walker Red Label ile geliyor.

  Diyeceğim o ki alkol kötüdür.

                                                                                ''masaya rakı yolla Mualla,
                                                                                  yağ gibiymiş mübarek.''


31 Aralık 2012 Pazartesi

Son İstasyon

    Ego kartlarını her basışlarında benliklerinden eklisen bir tatmin duygusu hakimdi düşüncelerine. Bu düşünceleri harekete geçiren bir toplu taşıma aracı dışında gidilecek yerlerinin olmamasıydı.Burası meditasyon ile birlikte gelen lekesiz zihinlerin ayin yaptığı yer...Burası kafataslarından düşünce balonları çıkan insanların dolu olduğu yerdi. Aynı yada farklı yerlere gidiyordu maddiyatları, kimin umrunda? Maneviyatlarındaki farklılıklar ayırt edici bir özellik değildi. Aynı vagonlardaki insanların düşüncelerini senaryoya çevirmekten korktuğum için kalp atışlarım hızlandı. Belki de kendimi diğerlerinden farklı olarak görmemden kaynaklıydı bu kolostrofobik sanrılar. Metrodayken, iç huzurumu müzikle sağlamaya çalışmak yerine zihihinsel güçle elde ettiğim gün, benliğimi özgür kıldığım gün olacaktır.
   Ve aradan iki gün geçiyor. Kendimi engelleyecektim, sebepsiz heyecanımın üstesinden geleceğime and içmiştim. Yapamadım, tekrar aynı his... Salatalık turuncusu tutma yerleri, elimi kavrayarak zihnimi ve bedenimi dengede tutmaya çalışıyordu. ''Salatalık turuncusu olur mu?'' deme, boyadım.
   İnsanlarla gözgöze gelmemeye çalışıyordum. Her bireyi soyutladım. Açılırken dünyanın en kasvetli sesini çıkaran kapılar da turuncuydu. Tekrar midem bulanıyor. İnsanlara anlamsız gelen düüşüncelerimi onların suratına kusmak istiyorum. Lanet olası toplum kuralları beni alıkoyuyor. Nihayet 30 yaşlarında bir kadın sesi , ''Son istasyon Kızılay...'' diyerek inliyor.
   Anonsla birlikte insanlar harekete geçiyor. Vagonu , istasyonu ve zihnimi terkediyorlar.