17 Mayıs 2013 Cuma

Ahlakçılığın Müstehcenliği 2

 
 


 Ben bu yoğun düşünce bulutunun derinliklerine doğru sürüklenirken, tuttuğum paralar sıcaklık ve nemin etkisiyle yumuşadı. Kendimi toparladım, şimdiki zamana odaklandım.
 
 Ne yapacağım konusunda bir kaç fikrim var. Seçimimi doğru yapmalıyım, aksi taktirde sonuçlarına ne siz katlanabilirsiniz ne de ben... Milena'dan mektup yollamasını bekleyen sonra beklediği mektup postadan çıktığında onu açma işini durmadan geciktiren Kafka gibi duyumsuyorum kendimi.Yerimden güç bela doğruluyorken kim bilir kaç saatimi birlikte geçirdiğim sandalyeye bir selam çakıyorum.

 Bedenimi odanın arka tarafına çevirdiğimde, fiziksel yıpranmalarından yola çıkarak benimle aynı zihinsel süreçlerden geçtiğini tahmin ettiğim bir insan gördüm. Bir şeyler söylemem gerektiğini idrak ettim. Zihnimden binlerce cümle geçmesine karşın ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, genellikle böyle olurdu. Hitabet konusunda sıkıntılarım vardı. Lâkin içinde bulunduğum elverişsiz şartlar değildi konuşamamın nedeni.

  Ben devrik cümle bile kuramazdım. Kuramazdım, çünkü korkardım. Sorumluluklarım vardı. Bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak, giriş gelişme sonuç kavranlarından bihaber, rastgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon bile yazamam. Ben kendime ihanet eder cümlenin ögelerine sadık kalırım. Ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. Bilmeden bazı hatalar yapmışımdan tabii. Bilsem...( Buradaki şiddetli kafa hareketim nedeniyle briyantinli perçemim alnıma düşer ve kuvvetle muhtemel ki yumruklarımı sıkmışımdır.) Bilsem anlamı öldürür yine de cümleyi kurardım. Oysa şimdiki halime bak. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, dil bilgisi sırnaşık! Saçma sapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık utanç veriyor.
 
  Ne söylediğimi sorarsanız aradan yıllar geçmesine rağmen ben bile hatırlamıyorum. Adam da benim gibi umarsızca bir kaç cümle kurmaya yeltendi. İşitmem ile algılamam bir oldu. Kuşkuyla çenemi kaşıdım, gözlerimi kıstım. Çenem gerçekten de kaşınmıştı. İletişimi gerçekleştirmek uğruna yapılan onca çabadan sonra ağzınmdan '' Adın ne?'' sorusu salındı uzay boşluğuna. Kaderi belirleme konusunda son derece iddiasız bir soru olduğunu bile bile, gözlerini tam gözlerime değilse de göz nihayeme dikmiş bakıyordu. Tepkisiz kalamazdım, bakışlarına karşılık verdim. Bir oda dolusu anlamsız bakış vardı etrafta.

  Şimdiki rolüm intihar uçağı pilotluğuydu. Yabancının bakışlarından ilham almışa benziyordum. Gereksiz bir özgüven çevreledi benliğimi. Sanki ne istesem yapabilecektim. Kendime büyük icraatler vaad etmiyordum tabiki. Basit eylemlere kanaat getiriyordum. Odada bir kapı olmalıydı. Kapıyı aramaya yeltenmenin beni istediğim sonuçlara ulaştırma olsılığımın miktarını tartacak olursak ''az''dı. ve ben malum atasözündeki gibi aza kanaat etmeyim ''çoğu bulamaz'' olacaktım. Dediklerimden de anlamış olduğunuz üzere içinde bulunduğum yerin kapısı yoktu. Oda yerine ''yer'' dedim çünkü, her odanın bir kapısı olmalıdır. Acı şimdi neredeyse totaldi. Mekanik klişelerin gerektirdiği kriterleri bir kenara savurmuş olan bu mimari yapıyı sentezlemeye koyuldum.

12 Mayıs 2013 Pazar

Ardından Dökülen Su


  Otobüse el sallayan bir kadın gibi hissediyordum artık. Fakat el sallayışım kadının ahmaklığından kaynaklı, taşıta karşı hidrolik bir hareket değil. Otobüsün içindeki ve benim bulunduğum semalardan ayrılan bir bireye yapılıyordu sanki bu eylem. Bense beklenenin ve kadının aksine bunun bilincindeydim. Veda etmenin mental yolla gerçekleşmesinin bir sonucuydu bu.ve zihnim onun bizden gidişinin biletini yırtıyor, dudaklarıma batan bıyıklarını traş etmeye bile yeltenmiyor. Muavine yalvarıyorum… Muavine dua ediyorum, “Umarım şöför kaza yapar.”

"Sütyen kopçasının birbirini şans kaza bulan uçları gibi insanlar olduk bu şehirde… Memenin özgürlüğüne mi ihtiyacımız var, sütyenin disiplinine mi bilemedim.''




Çorba

  Bir şarkının en güzel yerinde çarpıveren bir arabaya ihtiyacım var. Bir halat, hayatsal fonsiyonlarımı sürdürmeme yardımcı olacak kadar(eksik olmasın) gıdaya da ihtiyacım var. Halatın intihar teşebbüsüyle uzaktan yakından alakası var sanmayın, yok. Halatı söylemesi ve yazması keyifli bir sözcük olduğu için kullandım. Şimdi hangi yüzyılda zırvalıyor olduğumun önemini kavradığım zaman elimde bir telefon, telefonun 80’lerden kalmış olması hususu ile birlikte biraz da, çürümüş otel odasında bulduğum yarısı yenmiş şekerlemeler olacaktır. Evet şekerleme olgusunun da intihar için kulanılan, aç mideye indirilen bir kutu ağrı kesici ile imkalar dahilinde bir internet bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Kafam çorba gibi. Knor değil zira kanserojenmiş, komşu teyze onu dinlemediğim bir zamanda bilinç altıma tığ ile işlemiş olmalı bunu. Çorba kaynayadursun, çünkü sigaramı yakmak için tencerinin altında yanan ocağın yardımına ihtiyacım var. Hiç çakmağım olmadı, onun yardımına ihtiyacım yok. Kafatasıma dolan ve yudumlamaya cürret edemediğim mercimek çorbasının istenci ile elimdeki telefonu yutuyor, şekerlemelerle ezbere bildiğim tek numarayı arıyorum. 4 kez haykırarak çalıyor, açmayacaklarından adım gibi emindim. Bana karşı çıkan kendinden emin bir tavırla şekerlemeyi açıyor. Ses çıkarmıyor, yada ben duymuyordum hatırlayamıyorum. Ona dair diş fırçasının rengi de içinde bulunmak üzere kişisel hiç bir şey hatırlamıyorum. Arasıra farkında olmadan ses tonu geliyor mercimek çorbama. Tam diyorum, açtı telefonu… Çorba soğuyor. Ya çorbayı kaynatacaksın ocakta ya da sigaranı yakacaksın seç diyor. Şekerlemeyi meşgule alıyor. Yeryüzünün rahatımı bozduğunu söyluyorum kendi kendime. Tencerenin içinde kaynayan halat yüzüme bakmaz olmuşken bir ucunu çıkarıyorum elimle. Saçlarımı halatla bağlamam gerektiği tezini öne sürüyorum ki bu sürüş ivmesizdir. Topluyorum. Rahatım yerinde değil diyorum, annem içeriden sesleniyor; nereye koyduysan oradadır… Kırmızı koltuk fobimi de aradan çıkarırım diyerek uyumak için sinemaya gidiyorum.